31 Temmuz 2010 Cumartesi

Aziz Nesine Göre -2-

Tembellerin çalışma günü yarındır


RAKI




İçki yasaklanabilir.

Bence mahzuru yok.

Ama rakı asla...

Çünkü takunyalılar öyle zanneder ama, aslında "içki" değildir rakı.

*

Yurt sevgisidir örneğin...

İki tek attın mı, "n’olacak bu memleketin hali?" diye endişelenmezsin aksi olsa!

Tıp bazen çaresizdir...

O ilaçtır.

Gurbete bile iyi gelir.

*

Kontörsüz muhabbettir.

Büst gibi oturan adamın bile çenesini açar, gülümsetir. Kahkahadır. Acısıyla tatlısıyla hatıraları kaydeden hard disk’tir.

*

Botoks’tur bir nevi.

En kaknemi bile bir başka görünür gözüne... Çirkin kadın yoktur, az rakı vardır. İçilir, güzelleşilir.

*

Herkesin gençlik hatası olabilir... Bira içersin.

Sonradan para kazanıp tenise başlayınca, şarap içmeyi matah zannedersin. Amerika’da TIR şoförlerinin içtiği viskinin dublesine Etiler’de TIR parası ödersin, ayrı...

Kürkçü dükkánıdır.

Döner dolaşır, gelirsin.

*

Orhan Gencebay’dır.

Entel barlarda, sosyete kulüplerinde dinlemeye utanırsın... Ama hepimiz biliriz ki, ezbere bilirsin... İstediğin kadar ağız burun kıvır, altın plağı hep o alır.

Tatlıses’tir.

Realite’dir.

*

Çocuktur, ağlarsın.

*

Hele beyaz "p"eynir ile "k"avun olursa sağında solunda... Örgüttür.

PRK...

Ama bölücü değil, birleştirici örgüt.

Türk’ü de içer, Kürt’ü de, Laz’ı da, Çerkez’i de. Sor bak, Ermeni’si de, Rum’u da, Yahudi’si de.

*

AB’cidir...

Çünkü Rum öyle bir meze yapar ki, helali hoş olsun, Kıbrıs’ı veresin gelir!

*

Madem gıcıksın rakıya...

Neden balık avlıyorsun o zaman kardeşim?

Şerbetle mi yiyeceksin lüferi?

Ne anlamı var deniz börülcesinin, rokanın, radikanın, cibezin...

İnek miyiz biz?

*

Yanlış şiir okuyorsun...

Hapse giriyorsun.

(Üstüne, yanlış şair okuyorsun...)

*

Oku bak...

Ne diyor dünya güzeli Orhan Veli:

Şiir yazıyorum

Şiir yazıp eskiler alıyorum

Eskiler verip musikiler alıyorum

Bir de rakı şişesinde balık olsam...



YILMAZ ÖZDİL

30 Temmuz 2010 Cuma

Aziz Nesine Göre -1-

Türkiye'de her 3 kişiden 4'ü şairdir.

Aziz Nesin

BAŞKA BİRİ OLACAKSIN İSTEMESENDE

Başka biri olacaksın istemesen de
Tenine başka bir ten dokunduğunda
Gövden buluştuğunda başka bir gövdeyle
Başka bir nefesle karıştığında nefesin

Başka biri olacaksın istemesen de
Gece uykunda ya da gün ortasında
İrkileceksin apansız bir duyguyla
Bir uçurum kıyısında sendelemiş gibi

Başka biri olacaksın istemesen de
Bakışlarımın izini taşıyan giysilerin
Tüketecek ömürlerini birer birer
Değişecek yeri bir dolabın,pencerede bir çiçeğin

Başka biri olacaksın istemesen de
Dudaklarında benden sonraki bir çizgi
Tanımadığım bir ton gülüşünde
Ve artık beni unutmaya başlayan gözlerin

Sonra,sonra başka birisin..


ATAOL BEHRAMOĞLU




29 Temmuz 2010 Perşembe

Ali Nesin'den Tübitak'a Açık Mektup

Aziz Nesin Vakfın'ın sitesini incelerken Ali Nesin'in Tübitak Başkanı Nüket Yetiş'e hitaben yazdığı mektubu görünce merak edip bir solukta okudum. Okurken gözlerimin yaşardığını söylememe gerek yok, biraz acizlikten, biraz sinirden. Eğer siz de biraz zaman ayırır bu mektubu okursanız ne demek istediğimi daha net anlarsınız.

"TÜBİTAK Baskanı Sayın Prof. Dr. Nüket Yetis’e Açık Mektup
Ali Nesin
İstanbul, 7 Haziran 2010
Sayın Prof. Dr. Nüket Yetis,
Sorumlusu oldugunuz TÜBİTAK'’tan sikâyetçiyim. Sadece ben degil, matematikçi ya da
degil, tanıdıgım herkes sikâyetçi. Ben kendi dertlerimi size anlatmak istiyorum. Eger
isterseniz digerlerinin dertlerini kendilerine sorup dinlersiniz.

Sayın Prof. Dr. Nüket Yetis,

Basından mutlaka takip etmissinizdir: 2007 yılında Sirince’de dag basında, Nesin Vakfı
bünyesinde bir “Matematik Köyü” kurduk. Kereste, tas, çamur ve samandan yapılmıs
geleneksel tarzda evleriyle, tas kaplanmıs avluları ve daracık serin sokaklarıyla, çardakları,
amfitiyatrosu, sadeligi ve içtenligiyle, herkesin ilk bakısta âsık oldugu dünya güzeli yemyesil bir köy oldu.

Halkımızın maddi katkısı ve emegiyle kurduk bu köyü. Çoluk çocuk ve gönüllüler çalıstı
insaatında. Tam bir imece ürünü. Baska türlüsü de olamazdı zaten, biz günü gününe yasayan mütevazı bir vakıfız.

Hiçbir maddi çıkar gütmeden bireysel çabalarımla 1998’ten beri her yaz düzenledigim
matematik yazokullarını artık Matematik Köyü’nde yapıyorum. Her yaz 500 dolayında liseli
ve üniversiteli genç Matematik Köyü’nde dünya çapında matematikçilerle ve olaganüstü bir
matematikle tanısıyor. Söylemeye gerek var mı? Bu ögrencilerin büyük çogunlugu dar gelirli ya da yoksul.

Dünyanın her yerinde böyle bir girisim devlet tarafından desteklenir. Biz de projelerimizi
desteklemesi için dogal olarak TÜBİTAK’a basvuruyoruz. Bu yıl da 11 yazokulu projemizin
7’sine maddi destek vermesi için TÜBİTAK’a basvurduk. Tüm projelerimizi desteklemeyecegini deneyimle bildigimizden, sundugumuz projelerin iki ya da üçünü desteklerse, bu destekle diger projelerimizi de yürütebilecegimizi düsündük. TÜBİTAK, 7 projemizin 7’sini de reddetti!

Sayın Prof. Dr. Nüket Yetis,

İzin verirseniz devam etmeden önce TÜBİTAK’la ilgili bir anımı aktarmak istiyorum. Bundan bir iki yıl önceydi. Matematik Köyü’nde liseliler için bir proje tasarlayıp TÜBİTAK’a sunmustuk.

Bir zaman sonra bir yazı geldi TÜBİTAK’tan. Ankara’ya gelip projeyi panelistler, yani hakemler önünde anlatmamı istiyorlardı.

“Herhalde bu herkese yollanan bir yazı, panelistler proje sunan, ama tanımadıkları, güvenmedikleri lise ögretmenlerini yakından tanımak için böyle yapıyorlar, herhalde bu davet bana yönelik degildir,” diye geçirdim içimden.

Gene de emin olamayıp TÜBİTAK’a telefonla sordum. Benim de projemi panel önünde anlatmam gerekiyormus... Projede her sey anlasılmazmıs...

Oysa projemizde her sey yazıyordu, ne eksik olabilirdi ki, nesi anlasılmayabilirdi ki? Randevu verilen gün ve saatte bir isimin olup olmadıgı da sorulmamıstı. Gitmek zorundaydım. Yol parasını da ödemiyorlardı. simi gücümü bırakıp stanbul’dan Ankara’ya, TÜBİTAK’a gittim. Bekleme odasında bir süre bekledikten sonra panelin önüne çıktım. Baskan ortayaslı bir hanımdı. kinci baskan, ya da panelin ikinci etkili ismi Darwin skandalında da adı geçen Sayın Çigdem Atakuman’dı. Diger bes panelist 20’li yaslarda gencecik insanlardı. Elli yasında bir profesörü İstanbul’dan Ankara’ya getirterek huzurlarına çagırmakta hiçbir beis görmemislerdi.

Baskan sözü aldı:
- Ali Bey, dedi, ben projeleri önceden okumam. Bana projenizi anlatır mısınız?

Biliyorum inanılır gibi degil ama aynen böyle söyledi. Sayın Çigdem Atakuman o günü anımsar sanıyorum, kendisine de sorabilirsiniz. Dayanamayıp bunun nedenini sordum.

- Çünkü projelerden habersiz geldigimde çok ilginç sorular soruyorum, baskalarının hiç dikkatini çekmeyen seyleri görüyorum... Öyle degil mi arkadaslar? diye sorup etrafındaki gençlere baktı onay bekleyerek.

Digerleri, nerdeyse tek bir agızdan,

- Evet efendim, öyle efendim, dediler, çok ilginç sorular soruyorsunuz...

Neden çagrıldıgımı anlamıstım. Bu saygısızlık karsısında bana sadece susmak düsüyordu. Projeyi anlatmam istendi. Anlattım. Baskan,

- Ali Bey, dedi, derslerinizde soracagınız sorulardan birkaçını rica edebilir miyim? En ilginç buldugum birkaç soruyu söyledim. Kısa bir sessizlik oldu. Baskan etrafına bakındı. Herhalde kendisinden soruların yanıtlarını bekledigimi sanmıs olmalı ki, sinirli sinirli gülümseyerek,

- Eskiden olsaydı bunların hepsine sıp diye cevap verirdim, dedi, ama unuttum bu konuları şimdi...

Oysa sorularımın hepsi degme matematikçiyi zorlayacak sorulardı. Kendim uydurdugum bu soruların bazılarının yanıtını bulmak için günlerce düsünmüstüm. Bazılarınınkini de hiç bulamamıstım... Ben sadece “ne kadar güzel sorular degil mi, güzel olduklarını teyit edin,
heyecanımı paylasın” anlamına bakmıstım panelistlerin yüzüne. Oysa onlar soruları bile
anlamamıslardı.

Baskan devam etti konusmasına:
- Ali Bey, dedi, biz sizi arastırmacı olarak çok iyi biliyoruz, tanınmıs bir arastırmacısınız ve konunuzda belli ki çok iyisiniz, ama egitimci olarak biz sizi hiç tanımıyoruz. İyi bir arastırmacı olmak demek illa iyi bir egitimci olmak anlamına gelmez...

Bu projede basarılı olacagınızı nasıl bilebiliriz ki?..

Bu asamada projemi reddetmeye niyetli olduklarını anlamıstım. Son bir umutla kendimi
savundum:
- Ama ben 5 yıldır liselilere yönelik Matematik Dünyası diye bir dergi çıkarıyorum... Derginin her sayısı on bin satıyor...

Etrafına bakınıp,
- Öyle mi? Bilmiyordum... dedi.

Digerleri “evet öyle” anlamına bas salladılar.
- Ayrıca, diye ekledim, 20 küsur yıldır onlarca kez basılmıs 5-6 tane popüler matematik
kitabım var...

Gene etrafına sorgulayıcı bakıslar attı. Diger panelistler gene “evet öyle” anlamına baslarını salladılar.

- Ayrıca haftada en az bir kez bir ilkokula, bir liseye konusma vermeye giderim...
Baskan konuyu degistirdi:
- Ali Bey, dedi, bizim konseptimiz daha çok eglence ve oyun içeren projeler...
- Olabilir... Benim konseptim de böyle... Farklılık güzel seydir...
- Ama biz bu tür projelere destek vermiyoruz, bizim konseptimize uymuyor...
- Afedersiniz ama burası sizin konseptinizi destekleme dernegi degil. Sizin konseptiniz
yazmıyor sartnamede.
- Üzgünüz...

Ayaga kalktım, kapıya dogru yönelirken,
- Destekleseniz de desteklemeseniz de bu proje gerçeklesecek, dedim sinirli sinirli. Bu
projeyi desteklemek sizin için ancak bir onur olabilir... Projem desteklenmedi elbet. Ama hiç olmazsa bu vesileyle bir panelist grubunuzla tanısma fırsatım oldu.

Geçen yıl oldugu gibi bu yıl da TÜBİTAK’a sundugumuz tüm lise ve lisans yazokulu projelerimiz reddedildi.

Geçen yıl hiçbir red gerekçesi gösterilmemisti. Bu yıl ısrarlarımız ve konunun basına yansıması karsısında red gerekçeleri sunuldu.

Gerekçelerin bir kısmı yersiz, bir kısmı dayanaktan yoksun, bir baska deyisle her biri aslında bir bahane.

Örnegin gerekçelerden biri, derslerin günün hangi saatinde yapılacagının belirtilmemesi.
Alay gibi! Sartnamede olsaydı onu da yazardık ama yazmıyordu. Aklımıza da gelmedi dogrusu.

Bir baskası, ve bana en agır geleni, Matematik Köyü’nü benim kurmus olmam ve yönetmem ve orada yapılacak ve benim de yer aldıgım bir projenin desteklenmesinin etik olmadıgı!

Sayın Prof. Dr. Nüket Yetis,

Projelerimizin desteklenmesi için, Matematik Köyü’nde matematik ögretmemem gerekiyormus!

Hayatımın iki yılını ve varım yogum her seyimi verdim bu Köy’ü kurmak için. Basıma gelmedik bela da kalmadı. TÜBİTAK bu çabalarımdan dolayı beni kutlamak yerine, Köy’de yapılacak olan ve benim de yer aldıgım projelere destek vermenin etik olmadıgını söylüyor...
Hayatını matematige ve matematik egitimine adamıs biri Matematik Köyü yerine tatil köyü ya da dersane mi kurmalıydı? Panelistler Türkiye’de nasıl para kazanılacagını bilmiyorlar mı?

Sayın Prof. Dr. Nüket Yetis,

Kurumunuzun reddettigi projelerin her biri birer mücevher degerindedir. Sadece Türkiye’de degil, dünyada bu projelere esdeger bir proje kolay kolay bulunamaz. Özür dileyerek söylüyorum, ama gerçek bu: Bu projeleri haklı ya da haksız gerekçelerle reddetmek kimsenin haddi degildir. TÜBİTAK’ın bu projeleri öpüp basına koyması, destekleyecek bütçesi yoksa, basbakana, cumhurbaskanına çıkıp örtülü ödenekten yalvar yakar para istemesi gerekir!

Reddedilen projelerimizin degerini anlayacak kadar matematik bilmiyorsunuzdur muhtemelen, zaten bilmek zorunda da degilsiniz. Herkesin konusu ayrı. Bana inanmayın ve lütfen bir bilene, bir anlayana sorun. Konuyla hiçbir ilgisi olmayan ya da yönlendirilmis panelistlerinize degil ama.

Son olarak Sayın Prof. Dr. Nüket Yetis, tüm içtenligimle sunu söylemek istiyorum:

TÜBİTAK’tan destek almamamıza degil, TÜBİTAK’ın destek vermemesine üzülüyorum!

Saygılarımla,

Ali Nesin

"

Bir Kadından Uzak Durmak için 10 Neden -2-

Bir kadından uzak durmak için bir başka sebep ise eğer size ilişkinizin bir yerinde

"Sorun sende değil bende, sen daha iyilerine layıksın "

ya da

"Sorun sende değil bende, benim yerimde başka bir kadın olsaydı"

diye başlayan cümleler sarfediyorsa kesinlikle o kadından uzak durun derim.

Ben bunu derim demesine de siz bu sözü işittiyseniz muhtemelen terkedilmişsiniz demektir. Bu yazdıklarım da sizin için hayatta artık işinize yaramayacak bilgilerden biri olacaktır.

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Hayat

Life is what happens to you while you're busy making other plans.
Hayat siz plan yaparken başınıza gelenlerin bileşkesidir.


John Lennon

27 Temmuz 2010 Salı

26 Temmuz Ulusal İsyan Günü

Aslıhan Çakaloğlu'nun Küba Devrimi’ne giden yolda 26 Temmuz Hareketi yazısını okurken Türklerin nasıl kendine özgü insanlar olduğunu bir kez daha düşündüm. Önce bu yazıdan küçük alıntılar ile 26 temmuz olayının ne olduğundan bahsetmek gerek.
" 26 Temmuz, Fidel ve yoldaşlarının 1953 yılında Moncado ve Bayamo kışlalarına düzenledikleri baskının yıldönümü. Baskın başarısızlıkla sonuçlansa da, 1959'daki devrime öncülük eden kadroların ortaya çıkışını müjdelemesi ve Küba halkının son kararlı kavgasını ateşlemesi nedeniyle Kübalılar tarafından "Ulusal İsyan Günü" olarak kutlanıyor.
....
26 Temmuz tarihi, Santiago’da bulunan iki büyük kışlaya, Moncado ve Bayamo kışlalarına 1953 yılında yapılan baskının yıldönümü. Batista’nın işbirlikçi cunta rejimine karşı yüzü aşkın öğrenci ve aydın tarafından düzenlenen bu baskının amacı kışlalardaki askeri teçhizata el koymak, radyodan halkçı bir yurtsever olarak tanınan Chibas’ın (o dönemdeki Ortodoks Parti liderlerinden biri) son konuşmasını okumak ve genel grev çağrısı yapmaktı. Baskın aslında pek çok eylemcinin ölümü ve tutuklanmasına neden olan bir yenilgiyle sonuçlanmış olsa da, Küba halkı bu tarihi, devrimci önderlerinin ve Küba Devrimi’nin gerçekleştirilmesinde çok önemli olan 26 Temmuz Hareketi’nin ortaya çıktığı gün olması nedeniyle bir bayram olarak kutluyor
...
Bir yıl sonra Fidel ve Raul, Frank Pais’in önderlik ettiği yeraltı kent örgütü ile buluşmak üzere, içlerinde birkaç yıl içinde devrimin önemli liderlerinden olacak Che, Almeida ve Camillo’nun da bulunduğu seksen bir kişilik bir grupla bir tekne kiralayarak Küba’ya doğru yola çıkar. Fidel’in bugün hala Devrim Müzesi’nde bulunan Granma adlı teknenin kirasının bir kısmını ödeyemediklerinde, “devrimden sonra kalan borcumuzu ödeyeceğiz” diyerek tekne sahibi ile pazarlık yaptığı anlatılır. Yolculuk sırasında bu genç ve kararlı devrimcilerden birinin gemiden düşmesi üzerine, Fidel’in “tek bir kişiyi bile arkamızda bırakmayacağız” sözleri sonrasında bir günü kayıp arkadaşlarını aramak için geçiren grup Küba’ya vardığında planlanan buluşma gerçekleşemediği gibi, grubun gelişinin istihbaratını alan Batista askerleri ile çatışma yaşanır. Çok az kişinin kurtulduğu bu çatışmada 26 Temmuz Hareketi ikinci yenilgisini alır, ancak bu kez de yenilgi Fidel’i vazgeçilmez bir lider haline getirmiştir.
....
Kübalı devrimcilerin üçüncü yenilgisi, devrimden birkaç ay önce, 9 Nisan 1958’de alınan genel grev kararının uygulanması sırasında gerçekleşir. Kent kadroları genel grevi zafere giden yol olarak değerlendirirken, 26 Temmuz Hareketi kuşkuları olmakla birlikte genel grev önerisini kabul eder. Pek çok sendikacı aydın ve devrimcinin ölümüyle sonuçlanan grev günü sonrasında kırsala yapılacak olan kadro ve silah yardımı için ciddi bir sıkıntı oluşur. Hareketin önderliğinin Sierra Maestra’da yenilgiden yaklaşık bir ay sonra yaptığı toplantıda yapılan özeleştirinin (Halkçı Sosyalist Parti’nin işçiler arasındaki örgütlülüğüne yeterince önem vermemek, kentte silahlı çatışmanın güçlüklerini değerlendirememek…) ardından kent milisleri dahil tüm kuvvetlerin Fidel’e bağlanmasına karar verilir. "
Sonrasında ise devrimci hükümet kurulur.

Bunları okurken aklıma Küba ile Türkiye'yi karşılaştırmak gelmedi. Ya da Atatürk Devrimleri ile Castro'nun Küba için yaptıklarını kıyaslamadım. Aklıma tek gelen şey nasıl olurda 3 yenilginin Castro'yu güçlendirdiği olmuştu. Türk insanı için ya hep ya hiç vardır. Hep şanlı zaferler vardır, şanlı mağlubiyetler pek bir şey ifade etmez bize. Oysa Küba da Castro yenildikçe halk tarafından kabullenilmiş bir kurtarıcı olarak görülmüş. Bizim için 2 renk vardır, beyaz ya da siyah. Grileri hayatımıza sokabilsek sanırım çok daha farklı bir Türkiye olacağız.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Bir Kadından Uzak Durmak için 10 Neden -1-

Bir kadından uzak durmak için 10 nedeni oluştururken yaşadığım kuyruk acılarından tutun da, çevremdeki insanların yaşadıklarına kadar aklımın bir köşesinde biriktirdiklerimi kendimce, her zaman olduğu gibi şuursuzca ama bir art niye olmadan ara ara sıralamayı planlıyorum.

Tanıştığınız, hoşlandığınız belki de sevdiğiniz kadınlardan aslında uzak durmanız için bir çok sebep vardır. En azından benim hayatıma girenlerin bir kısmında bu böyle.

Eğer en sevdiği film Sil Baştan yani Eternal Sunshine of the Spotless Mind
ise bir durumu düşünmeniz gerekiyor. Filmin konusu Şöyle
" Joel Barish (Jim Carrey)'in eski sevgilisi Clementine (Kate Winslet) yaşadıkları iki yıllık ilişkiye dair tüm anılarını gizemli tıbbi bir müdahale ile kafasından sildirir. Bunu öğrenen Joel çok üzülür ve aynı prosedürü kendi üzerinde uygulatmaya karar verir. Bütün anılarını sildirmek için derin uykuya yattığında, gözlerinin önünden Clementine ile yaşadığı günler geçer. Joel aslında Clementine'i unutmak istemediğini anlar ve müdahaleyi durdurmak için çabalar. "

Kısaca en sevdiği film Sil Baştan olan bir kadın yanında geçmişinden gelen duygusal bir yük taşıyor demektir. Unutamadığı bir sevgili var ise, biri ile kendisine rağmen birlikte olamayacağınıza göre zorda olsa arkanıza bakmadan uzaklaşmanız gerekiyor demektir. Zaten siz uzaklaşmazsanız, günün birinde sizi unutamadığı kişinin yerine koymaya çalıştığının ve sizin de onun yerini tutamadığınızı farkedecek ve ayrılmak isteyecektir. Yol yakınken ne kendinizi ne karşınızdakini yormamanızda yarar var.

25 Temmuz 2010 Pazar

35. MADDE

"Askerî darbe ve müdahalelerin üçüncü dayanağı TSK İç Hizmetler Kanunu 35. maddesinde ifadesini bulmaktadır: "Silahlı Kuvvetler'in vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti'ni kollamak ve korumaktır."

Türkiye Cumhuriyeti'ni kollamak ve korumak TSK'nin vazifesi olunca, "kollama ve koruma"yı gerektiren "tehdit ve tehlike"nin tespit ve tayini de TSK'nin uhdesine geçmekte, en azından TSK bunu böyle anlamaktadır. Bu, 28 Şubat'taki meşhur deyimiyle "durumdan vazife çıkarma"ya kapı aralamaktadır."

Bir yazarın köşe yazısını okurken kafam allak bullak oldu. Ben sıradan insanım bazı konulara çok direk bakarım. Anlamsız yere dolanmak bana bir şey ifade etmez.

"Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti'ni kollamak ve korumaktır" bu herkesin görevi değil midir? Birileri bunu dayanak göstererek darbe yapmaya çalışmış bu madde dayanak olmuş.

Ya birileri çıkar İslam Cumhuriyeti yaratmaya kalkanlar var (ki yalan da değil) derse


I. Devletin şekli

MADDE 1.– Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.


bu da Anayasanın 1. maddesi evet İslam Cumhuriyeti yaratmaya kalkanlar var diye darbe yapmaya kalkarsa, vay 1. madde dayanak gösterildi 1. maddeyi kaldıralım mı diyeceğiz. Darbe yapmaya kalkanın hiç suçu yok bu maddeler mi suçlu?

Biz de ağzımız açık vay siyasiler bizi düşünüyor aralarında anlaşmaya mı çalışıyor demeliyiz?

Yoksa

Dokunulmazlıkları kaldırın.
Darbelerin sorumlularını yargılayın.
Demokratik değişiklikleri yargıyı ele geçirmek için referandumun içine yem etmeyin.
Darbe teorileri üretip, suçlular ile suçsuzları harmanlayıp bir arada hapiste tutulmalarını önleyin.
Üniversitelerin kendi rektörlerini seçebilmelerinin önünü açın

bunları mı istemeliyiz?

24 Temmuz 2010 Cumartesi

ANLADIM

Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını, kendimi bulduğumda
anladım.

Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu varmış,
Kendi yolumu çizdiğimde anladım..

Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat, okuyarak, dinleyerek değil..
Bildiklerini bana neden anlatmadığını, anladım.

Yüreğinde aşk olmadan geçen her gün kayıpmış,
Aşk peşinden neden yalınayak koştuğunu anladım..

Acı doruğa ulaştığında gözyaşı gelmezmiş gözlerden,
Neden hiç ağlamadığını anladım..

Ağlayanı güldürebilmek, ağlayanla ağlamaktan daha değerliymiş,
Gözyaşımı kahkahaya çevirdiğinde anladım..

Bir insanı herhangi biri kırabilir, ama bir tek en çok sevdiği
acıtabilirmiş,
Çok acıttığında anladım..

Fakat,hakkedermiş sevilen onun için dökülen her damla gözyaşını,
Gözyaşlarıyla birlikte sevinçler terk ettiğinde anladım..

Yalan söylememek değil, gerçeği gizlememekmiş marifet,
Yüreğini elime koyduğunda anladım..

''Sana ihtiyacım var, gel ! '' diyebilmekmiş güçlü olmak,
Sana ''git'' dediğimde anladım..

Biri sana ''git'' dediğinde, ''kalmak istiyorum'' diyebilmekmiş
sevmek,
Git dediklerinde gittiğimde anladım..

Sana sevgim şımarık bir çocukmuş, her düştüğünde zırıl zırıl
ağlayan,
Büyüyüp bana sımsıkı sarıldığında anladım..

Özür dilemek değil, ''affet beni'' diye haykırmak istemekmiş
pişman olmak,
Gerçekten pişman olduğumda anladım..

Ve gurur, kaybedenlerin, acizlerin maskesiymiş,
Sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmış,
Yüreğimde sevgi bulduğumda anladım..

Ölürcesine isteyen, beklemez, sadece umut edermiş bir gün
affedilmeyi,
Beni affetmeni ölürcesine istediğimde anladım..

Sevgi emekmiş,
Emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama özgür bırakacak kadar
sevmekmiş...

CAN YUCEL


BİNİCİLİK -2-

Ata binmek aslında atı idare etmek, onun nereye gideceğini söylemek değil, atı yapmasını istediğinize ikna etmektir.

Belki garip ama evet, atın size güvenmesini sağlamanız gerekiyor. Özellikle engel atlarken, hangi hızda engele yaklaşacağını, nerede atlaması gerektiğini ata siz bacaklarınızla bildiriyorsunuz, tam engeli atlarken de atın üzerinde anavana kalkıyorsunuz (bacaklarınızla gövdenizi atın üzerinden kaldırıyorsunuz, böylece at engeli daha rahat aşıyor) . At engeli düzgün atlayamazsa en çok atın canı yanıyor çünkü ayaklarını tahta engele çarpıyor. Size güvenmez ise bir daha engele yaklaştığınızda bir anda engelin kenarlarına yöneldiğini ya da tam engel önünde bir anda dururduğunu görürseniz şaşırmayın. Bu nedenle ata komuta ederken ona zor kullanmaktan çok onu ikna etmek daha önemli. Sonuçta bu sporu bir canlı ile ortaklaşa yapıyorsunuz, bir uyum içinde olmanız gerekiyor; siz ata, at da size uymalı.

Peki atı ikna edemezseniz ne yapıyorsunuz? Kimin dediği oluyor. İşte burası biraz karışık aslında. Bu durumda atın üstünde değilken ata ne kadar iyi davranmanız gerekiyorsa atın üstünde de o kadar kötü olmalısınız. Yani usta bir binici değilseniz kuvvet kullanarak atı ikna etmeniz gerekiyor. Kamçı ya da mahmuz da bu ikna araçlarından biri.

Oldum olası mahmuz kullanmayı sevmem. Topuğunuza geçirdiğiniz demir çubuklar (benim kullandıklarım hep küt uçlu oldu ama sivri olanları da mevcut) tek noktadan bacağınızın gücünü ata hissettiriyor. Ama kamçıyı ata binerken elime alıyorum. Kullanmasam dahi varlığını ata hissettirmek bazen
kendi içgüdüleri
yerine
uyum sağlaması gerektiği konusunda atı yönlendirmekte bana yardımcı oluyor.

22 Temmuz 2010 Perşembe

BİNİCİLİK -1-

Binicilik, çoğu insanın fikir sahibi olduğu ama bilgi sahibi olmadığı sporlardan biridir. Genel kanı bu sporun pahalı olduğu yönündedir. Çok ucuz olmamakla birlikte sanıldığı kadar yüksek rakamlarda şart değildir. Ciddi anlamda bu sporu yapmayı düşünüyorsanız belli ekipmanlara ihtiyacınız tabii ki vardır. Ama ille bir atınızın olması da gerekmemektedir. Üye olacağınız bir kulüpten ya da at sahibi bir hocadan ders almak sureti ile binicilik sporunun profesyonel anlamda olmasa da amatör olarak bir parçası olmanız söz konusudur.

Binicilik konudan uzak insanların, atın efor sarfettiği, sizin sadece üstünde durduğunuzu düşündüğü bir spor dalıdır. Oysa bu işin içindekiler biniciliğin sanıldığı kadar kolay ve tamamen atın kontrolünde bir spor olmadığını bilirler. Binicinin atı yönlendirmek ve idare etmek için ciddi anlamda bacak kuvvetine ihtiyacı vardır. Sadece kuvvet değil, senkronizasyon hızlı karar verme ve iyi bir refleksin de bu sporun olmazsa olmazlarından olduğunu belirtmek gerekiyor.

İnsanın bir hayvanla beraber ortaklaşa yaptığı tek spor olmakla birlikte, kadınların erkekler ile yarışabildiği ender sporlardan biridir aynı zamanda. Aşığı olduğum binicilik hakkında zaman zaman bu sayfalardan bilgi aktarmaya devam edeceğim. Her insanın muhakkak denemesi gereken bir spor olan binicilik çoğu deneyen insanın vazgeçemediği bir spordur.

Belimden rahatsız olmama rağmen ata binmemi yasaklar diye doktora gitmekten kaçındığımı da itiraf etmeden geçemeyeceğim. Blogun isminden de anlaşılacağı gibi ben şuursuzum ve beni ben yapanda bu şuursuzluk değil mi?

Bir engele dört nala yaklaşırken vücudunuzdan fışkıran adrenalini, ancak motorsikletinizi yatırıp bir viraja hızla girdiğinizde hissedebilirsiniz. Üstüne üstlük tamamen sizin kontrolünüzdeki bir makina ile değil, düşünen tepkileri olan yeri geldiğinde size karşı çıkan bir canlı ile bu heyecanı yaşıyor olmanız ise inanılmaz çoğu zamanda kelimelere dökülmez bir ürperti yaratır.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

SALT


Bazı filmler vardır.Sıradandır, sabun köpüğü gibidir, size bir şey katmaz. Seyrettiğiniz zaman "Artık ben eski ben değilim" demezsiniz. Gene de ah bir gelse dersiniz. Salt da benim için öyle bir film.

Konusunu okuyupta hayran mı oldum.
-Hayır.

Film hakkında eleştirmenlerin ya da daha önce seyredenlerin yorumlarını okuyup da mı heyecan duydum
-Hayır

Sadece fragmanı içimde heyecan uyandırdı. Şarkıda dediği gibi: Sevgi anlaşmak değildir nedensiz de sevilir.
Herşeyin bir anlamı olması gerekmiyor ki, içinizde bir şeyleri kıpırdatması da onun yolunu gözlemeniz için yeterli olabilir.







Ajan Salt

20 Temmuz 2010 Salı

İLK

İLK

Her kadeh ilk kadeh gibi
Her öpüş ilk öpüş gibi
Olabilseydi
Hep sarhoş gezerdim
Hep aşık olurdum.


Eşitsizlik

Bir Kolum yarin koynunda
Mutlu uyur,
Öteki yorganın dışında
Üşür durur.
Eşitsizlik olursa ancak
Bu kadar olur....


Aşklar Plato Çizmez

Aşkımız artmıyorsa
Azalıyor demektir,
Aşklar plato çizmez
Bunu sen de bilirsin.
Lakin elden ne gelir
Aşkımız artmıyorsa
Azalıyor demektir.


şiirler: Fahir Tüzün

Çevresinin bütün ısrarlarına rağmen şiirlerini sadece tanıdıklarına dağıtmak için kitap haline getiren, ticari olarak satılmasına asla razı olmayan Fahir Amca'ya sevgilerle

19 Temmuz 2010 Pazartesi

KÜÇÜK PRENS

PRENS-Günaydın.
GÜLLER-Günaydın.
PRENS - (Şaşırmış.) Kimsiniz?
GÜLLER-Bizler gülleriz.
PRENS - Ne kadar da çoksunuz! Kaç tanesiniz?
GÜLLER - Dört bin, beş bin kadar varız.
PRENS-Ah, ya!
ANLATAN - Çiçeğinin evrende bir eşinin daha bulunmadığını söylemişti. Oysa işte yalnız bir bahçede bile ona benzeyen beş bin çiçek vardı.
PRENS - Eşsiz bir çiçeğim var diye kendimi zengin sanırdım. Oysa sıradan bir güle sahipmişim. Demek hiç de büyük bir prens değilmişim.
(Hıçkırıklarla ağlamaya başlar.}
TİLKİ-Günaydın.
PRENS - Kimsin sen?
TİLKİ - Ben tilkiyim.
PRENS - Gel oynayalım. Çok üzgünüm.
TİLKİ -Seninle oynayamam, evcil değilim.
PRENS-Evcil ne demek?
TİLKİ - Sen buralı değilsin besbelli. Ne arıyorsun burada?
PRENS - insanları arıyorum. "Evcil" ne demek?
TİLKİ - İnsanları arıyorsun demek, insanların tüfekleri vardır. Ava çıkarlar. Hepimizin rahatını kaçırırlar: Başka dertleri yoktur. Yoksa piliç mi arıyorsun?
PRENS - Hayır dost arıyorum. "Evcil" ne demek?
TİLKİ - Artık kimselerin umursamadığı bir şey. Türlü ilgiler kurmak demektir.
PRENS-"ilgiler kurmak" mı?
TİLKİ - Evet. Söz gelimi sen benim için şimdi yüz-binlerce oğlandan birisin. Ne senin bana bir gereksinmen var ne de benim sana. Ben de senin İçin yüz binlerce tilkiden biriyim. Ama beni evcilleştirirsen birbirimize gereksinme duyarız. Sen de benim İçin dünyada bir tane olursun, ben de senin için.
PRENS-Biraz anlıyorum. Bir çiçek var... Galiba beni evcilleştirdi.
TİLKİ - Olabilir. Dünyada neler olmuyor ki!
PRENS - Ama bu dediğim dünyada olmadı.
TİLKİ - (Şaşırmış, merakla) Yoksa başka bir gezegende mi?
PRENS - Evet.
TİLKİ - O gezegende avcı var mıdır?
PRENS-Yok.
TİLKİ - Bak bu çok ilginç. Peki, ya piliç?
PRENS - Yok.
TİLKİ - Hiçbir şey tam istendiği gibi olmuyor. Hayatımda hiç değişiklik olmaz. Ben piliçleri avlarım, İnsanlar beni avlar. Ama beni bir evcilleştirsen hayatım günlük güneşlik oluverirdi. Bak, ilerdeki buğday tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğdayın önemi yok benim için. Senin saçın altın renginde. Beni evcilleştirsen ne iyi olurdu, bir düşün. Altın rengindeki başaklar bana seni anımsatacak artık. Başaklardaki rüzgârı dinlemek ne güzel gelecek. Ne olursun evcilleştir
beni.
PRENS - Çok isterdim ama vaktim az. Dostlar edinmeli, yeni insanlar tanımalıyım.
TİLKİ - Yalnız evcil leşti rdiğ İn şeyleri tanıyabilirsin. İnsanların birbirlerini tanımaya ayıracak zamanları yok artık. Aldıklarını hazır alıyorlar, dükkânlardan. Ama dost satan dükkânlar olmadığı için dostsuz kalıyorlar. Dost istiyorsan beni evcilleştir.
PRENS - Evcilleştirmek için ne yapmalıyım?
TİLKİ - Çok sabırlı olmalısın. önce benden biraz ötede çimenlerin arasında oturacaksın. Şöyle. Sonra her geçen gün biraz daha yakınımda oturursun.
ANLATAN - Ertesi gün Küçük Prens yine geldi.
TİLKİ - Hep aynı saatte gelsen daha iyi olur. Söz gelimi öğleden sonra saat dörtte gelecek olsan, ben saat üçte mutlu olmaya başlarım. Her geçen dakika mutluluğum artar. Ama gelişigüzel gelirsen içimi sana hangi saatte hazırlayacağımı bilemem,
ANLATAN - Böylece Küçük Prens tilkiyi evcilleştirdi. Ayrılık saati yaklaşınca...
TİLKİ - Ah, gözyaşlarımı tutamayacağım.
PRENS - Suç sende. Sana kötülük etmeyi düşünmemiştim, kendin istedin evcilleşmeyi. TİLKİ - Orası öyle.
PRENS - Ne yazık ki bundan bir kazancın olmadı.
TİLKİ - Oldu, oldu. Başak tarlaları meselesi. Git bir daha bak güllere. Seninkinin eşsiz olduğunu anlayacaksın. Sonra gel vedalaşalım. Sana bir sır vereyim.
ANLATAN - Küçük Prens güllere bir kere daha bakmaya gitti. Kendisininkinin eşsiz olduğunu anladı. Sonra tilkiyle buluştu.
PRENS - Hoşça kal.
TİLKİ - Hoşça git. Vereceğim sır çok basit. İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez.
PRENS - (Tilkinin söylediklerini fısıltıyla tekrarlar.)
Gerçeğin mayası gözle görülmez.
TİLKİ - Gülünü bunca önemli kılan, uğrunda harcadığın emektir.
PRENS - Uğrunda harcadığım emektir.
TİLKİ - Evcilleştirdiğin şeyden her zaman sen sorumlusun. Gülünden sen sorumlusun...
PRENS - Gülümden ben sorumluyum...

Antoine De Saint-Exupéry







Orijinal hali ise

C'est alors qu'apparut le renard.

- Bonjour, dit le renard.
- Bonjour, répondit poliment le petit prince, qui se retourna mais ne vit rien.
- Je suis là, dit la voix, sous le pommier.
- Qui es-tu ? dit le petit prince. Tu es bien joli...
- Je suis un renard, dit le renard.
- Viens jouer avec moi, lui proposa le petit prince. Je suis tellement triste...
- Je ne puis pas jouer avec toi, dit le renard. Je ne suis pas apprivoisé.
- Ah! pardon, fit le petit prince. Mais, après réflexion, il ajouta : · Qu'est-ce que signifie " apprivoiser " ?
· Tu n'es pas d'ici, dit le renard, que cherches-tu?
· Je cherche les hommes, dit le petit prince. Qu'est ce que signifie " apprivoiser " ?
- Les hommes, dit le renard, ils ont des fusils et ils chassent. C'est bien gênant! Ils élèvent aussi des poules. C'est leur seul intérêt. Tu cherches des poules ?
- Non, dit le petit prince. Je cherche des amis. Qu'est-ce que signifie " apprivoiser " ?
- C'est une chose trop oubliée, dit le renard. Ça signifie " créer des liens... "
- Créer des liens ?
- Bien sûr, dit le renard. Tu n'es encore pour moi , qu'un petit garçon tout semblable à cent mille petits garçons. Et je n'ai pas besoin de toi. Et tu n'as pas besoin de moi non plus. Je ne suis pour toi qu'un renard semblable à cent mille renards. Mais, si tu m'apprivoises, nous aurons besoin l'un de l'autre. Tu seras pour moi unique au monde. Je serai pour toi unique au monde...
- Je commence à comprendre, dit le petit prince. Il y a une fleur... je crois qu'elle m'a apprivoisé...
- C'est possible, dit le renard. On voit sur la Terre toutes sortes de choses...
- Oh! ce n'est pas sur la Terre, dit le petit prince. Le renard parut très intrigué :
- Sur une autre planète ?
- Oui.
- Il y a des chasseurs, sur cette planète-là ?
- Non.
- Ça, c'est intéressant! Et des poules ?
- Non.
- Rien n'est parfait, soupira le renard.


Mais le renard revint à son idée :
- Ma vie est monotone. Je chasse les poules, les hommes me chassent. Toutes les poules se ressemblent, et tous les hommes se ressemblent. Je m'ennuie donc un peu. Mais, si tu m'apprivoises, ma vie sera comme ensoleillée. Je connaîtrai un bruit de pas qui sera différent de tous les autres. Les autres pas me font rentrer sous terre. Le tien m'appellera hors du terrier, comme une musique. Et puis regarde! Tu vois, là-bas, les champs de blé ? Je ne mange pas de pain. Le blé pour moi est inutile. Les champs de blé ne me rappellent rien. Et ça, c'est triste ! Mais tu as des cheveux couleur d'or. Alors ce sera merveilleux quand tu m'auras apprivoisé ! Le blé, qui est doré, me fera souvenir de toi. Et j'aimerai le bruit du vent dans le blé... Le renard se tut et regarda longtemps le petit prince : - S'il te plaît... apprivoise-moi ! dit-il.
- Je veux bien, répondit le petit prince, mais je n'ai pas beaucoup de temps. J'ai des amis à découvrir et beaucoup de choses à connaître.
- On ne connaît que les choses que l'on apprivoise, dit le renard. Les hommes n'ont plus le temps de rien connaître. Ils achètent des choses toutes faites chez les marchands. Mais comme il n'existe point de marchands d'amis, les hommes n'ont plus d'amis. Si tu veux un ami, apprivoise-moi !
- Que faut-il faire ? dit le petit prince.
- Il faut être très patient, répondit le renard. Tu t'assoiras d'abord un peu loin de moi, comme ça, dans l'herbe. Je te regarderai du coin de l'oeil et tu ne diras rien. Le langage est source de malentendus. Mais, chaque jour, tu pourras t'asseoir un peu plus près...

Le lendemain revint le petit prince.
· Il eût mieux valu revenir à la même heure, dit le renard. Si tu viens, par exemple, à quatre heures de l'après-midi, dès trois heures je commencerai d'être heureux. Plus l'heure avancera, plus je me sentirai heureux. À quatre heures, déjà, je m'agiterai et m'inquiéterai; je découvrirai le prix du bonheur! Mais si tu viens n'importe quand, je ne saurai jamais à quelle heure m'habiller le coeur... Il faut des rites.
- Qu'est-ce qu'un rite ? dit le petit prince.
- C'est aussi quelque chose de trop oublié, dit le renard. C'est ce qui fait qu'un jour est différent des autres jours, une heure, des autres heures. Il y a un rite, par exemple, chez mes chasseurs. Ils dansent le jeudi avec les filles du village. Alors le jeudi est jour merveilleux ! je vais me promener jusqu'à la vigne. Si les chasseurs dansaient n'importe quand, les jours se ressembleraient tous, et je n'aurais point de vacances.
Ainsi le petit prince apprivoisa le renard. Et quand l'heure du départ fut proche : - Ah! dit le renard... je pleurerai.
- C'est ta faute, dit le petit prince, je ne te souhaitais point de mal, mais tu as voulu que je t'apprivoise...
- Bien sûr, dit le renard.
- Mais tu vas pleurer! dit le petit prince.
· Bien sûr, dit le renard.
· Alors, tu n'y gagnes rien !
· J'y gagne, dit le renard, à cause de la couleur du blé. Puis il ajouta : - Va revoir les roses. Tu comprendras que la tienne est unique au monde. Tu reviendras me dire adieu, et je te ferai cadeau d'un secret.
Le petit prince s'en fut revoir les roses.
- Vous n'êtes pas du tout semblables à ma rose, vous n'êtes rien encore, leur dit-il. Personne ne vous a apprivoisées et vous n'avez apprivoisé personne. Vous êtes comme était mon renard. Ce n'était qu'un renard semblable à cent mille autres. Mais j'en ai fait mon ami, et il est maintenant unique au monde.
Et les roses étaient gênées.
- Vous êtes belles, mais vous êtes vides, leur dit-il encore. On ne peut pas mourir pour vous. Bien sûr, ma rose à moi, un passant ordinaire croirait qu'elle vous ressemble. Mais à elle seule elle est plus importante que vous toutes, puisque c'est elle que j'ai arrosée. Puisque c'est elle que j'ai mise sous globe. Puisque c'est elle que j'ai abritée par le paravent. Puisque c'est elle dont j'ai tué les chenilles (sauf les deux ou trois pour les papillons). Puisque c'est elle que j'ai écoutée se plaindre, ou se vanter, ou même quelquefois se taire. Puisque c'est ma rose.

Et il revint vers le renard : - Adieu, dit-il...
- Adieu, dit le renard. Voici mon secret. Il est très simple: on ne voit bien qu'avec le coeur. L'essentiel est invisible pour les yeux.
- L'essentiel est invisible pour les yeux, répéta le petit prince, afin de se souvenir.
- C'est le temps que tu as perdu pour ta rose qui fait ta rose si importante.
- C'est le temps que j'ai perdu pour ma rose... fit le petit prince, afin de se souvenir.
- Les hommes ont oublié cette vérité, dit le renard. Mais tu ne dois pas l'oublier. Tu deviens responsable pour toujours de ce que tu as apprivoisé. Tu es responsable de ta rose...
- Je suis responsable de ma rose... répéta le petit prince, afin de se souvenir .



LE PETIT PRINCE
Yükleyen Francis-Albert. - Video klipler, sanatçı röportajları, konserler ve çok daha fazlası.

18 Temmuz 2010 Pazar

EĞER

Bazı şiirler vardır okuduğunuz zaman tüylerinizi ürpertir. Olmak istediğiniz ama olamadığınız kişiyi, hep tanışmak istediğiniz ama tanışamadığınız dostları anlatır. Böylesi bir şiirle başlamak istedim.


Eğer

Eğer, bütün etrafındakiler panik içine düştüğü
ve bunun sebebini senden bildikleri zaman
sen başını dik tutabilir ve sağduyunu kaybetmezsen;

Eğer sana kimse güvenmezken sen kendine güvenir
ve onların güvenmemesini de haklı görebilirsen;

Eğer beklemesini bilir ve beklemekten de yorulmazsan
veya hakkında yalan söylenir de sen yalanla iş görmezsen,
ya da senden nefret edilir de kendini nefrete kaptırmazsan,
bütün bunlarla beraber ne çok iyi ne de çok akıllı görünmezsen;

Eğer hayal edebilir de hayallerine esir olmazsan,

Eğer düşünebilip de düşüncelerini amaç edinebilirsen,

Eğer zafer ve yenilgi ile karşılaşır
ve bu iki hokkabaza aynı şekilde davranabilirsen;

Eğer ağzından çıkan bir gerçeğin bazı alçaklar tarafından
ahmaklara tuzak kurmak için eğilip bükülmesine katlanabilirsen,
ya da ömrünü verdiğin şeylerin bir gün başına yıkıldığını görür
ve eğilip yıpranmış aletlerle onları yeniden yapabilirsen;

Eğer bütün kazancını bir yığın yapabilir
ve yazı-tura oyununda hepsini tehlikeye atabilirsen;
ve kaybedip yeniden başlayabilir
ve kaybın hakkında bir kerecik olsun bir şey söylemezsen;

Eğer kalp, sinir ve kasların eskidikten çok sonra bile
işine yaramaya zorlayabilirsen
ve kendinde 'dayan' diyen bir iradeden
başka bir güç kalmadığı zaman dayanabilirsen;

Eğer kalabalıklarda konuşup onurunu koruyabilirsen,
ya da krallarla gezip karakterini kaybetmezsen;

Eğer ne düşmanların ne de sevgili dostların seni incitmezse;

Eğer aşırıya kaçmadan tüm insanları sevebilirsen;

Eğer bir daha dönmeyecek olan dakikayı,
altmış saniyede koşarak doldurabilirsen;

Yeryüzü ve üstündekiler senindir

Ve dahası

sen bir İNSAN olursun oğlum...

Rudyard Kipling


Şiirin Aslı

IF you can keep your head when all about you
Are losing theirs and blaming it on you,
If you can trust yourself when all men doubt you,
But make allowance for their doubting too;
If you can wait and not be tired by waiting,
Or being lied about, don't deal in lies,
Or being hated, don't give way to hating,
And yet don't look too good, nor talk too wise:
If you can dream - and not make dreams your master;
If you can think - and not make thoughts your aim;
If you can meet with Triumph and Disaster
And treat those two impostors just the same;
If you can bear to hear the truth you've spoken
Twisted by knaves to make a trap for fools,
Or watch the things you gave your life to, broken,
And stoop and build 'em up with worn-out tools:

If you can make one heap of all your winnings
And risk it on one turn of pitch-and-toss,
And lose, and start again at your beginnings
And never breathe a word about your loss;
If you can force your heart and nerve and sinew
To serve your turn long after they are gone,
And so hold on when there is nothing in you
Except the Will which says to them: 'Hold on!'

If you can talk with crowds and keep your virtue,
' Or walk with Kings - nor lose the common touch,
if neither foes nor loving friends can hurt you,
If all men count with you, but none too much;
If you can fill the unforgiving minute
With sixty seconds' worth of distance run,
Yours is the Earth and everything that's in it,
And - which is more - you'll be a Man, my son!

Rudyard KIPLING